12 Şubat 2013 Salı

HZ PEYGAMBER İLE İLGİLİ



Hz peygamber ile ilgili:
 Allah’ı bize tanıtan üç büyük anlatıcı vardır: kainat, hz peygamber( ve onun şahsında bütünüyle peygamberlik müessesesi) ve kuran ı kerim. Hz muhammed in hak ve gerçek bir peygamber olduğunu anlatan deliller:
1-        Bütün peygamberler hayattar kökleri ve bütün evliya eskimeyen meyveleri ile bir nurani zincirdir, bu zincir onun her bir davasını, mucizesini ve kerametini tasdik edip onaylamaktadır.  Zira hz peygamberin en büyük davası ve diğer davalarının da çıkış noktası; ‘’la ilahe illallah’’ dır.  Ondan önce ve sonra gelmiş bütün nurani kimseler onun bu davasını onaylamış ve ‘’doğru konuştun ve hakkı söyledin’’ derler.  Hangi vehim sahibinin hakkı var ki sayıca bu kadar çok ve kuvvetli kimselerin imzalarıyla desteklenmiş bir iddiaya parmak karıştırsın?( insanın aklına gelebilir ki dünyada başka büyük dinler de var ve bu dinlerin bir çok inananı var. Müslümanlar da bu kadar çok inananı olan dinlere inanmıyorlar. Fakat gerçek şudur: Yahudilik, Hristiyanlık, zerdüştilik, Budizm,Hinduizm,Taoizm, ve diğer dinler… Müslümanlar bu dinleri kuran kişileri mutlak manada yalanlamazlar. Mesela Zerdüşt, Buda gibi kimseler gerçekte Allah tarafından görevlendirilmiş peygamberler olabilirler. Bu kişiler çok eskiden yaşadıklarından haklarında hiçbir sağlam kayıt yoktur. Bizim Müslümanlar olarak inkar ettiğimiz şey bu kişilerin kurduğu ekollerin günümüze ilk halleriyle sağlam ulaştığıdır.  Fakat bunun tam tersi olarak, bu dinlerin mensubu kişiler hz muhammed in kendisini inkar etmektedirler.)
2-      Tevrat ve İncil
3-      Peygamberliğini açıkladığı günden bu güne kadar onu kabul ve inkar eden herkesin ortak olarak kabul ettiği: kemal seviyesindeki ahlakı, vazifesini ifa ederken tam bir emniyet ve sükûnet içinde davranması ve asla geri adım atmaması( örnek: hz peygamber kendisine karşı düzenlenen suikast girişiminden hz Cebrail(a.s.) ın önceden haber vermesi ile kurtulmuş ve o gece hz ebu bekir i yanına alarak medineye hicret etmek üzere yola çıkmıştır. Yolda, Sevr mağarasında  bulundukları sırada ,onları öldürmek üzere peşlerinde bulunan Mekkeliler mağaranın ağzına kadar gelmişlerdir. Hz ebu bekir, hz peygambere; telaşla durumlarının kritikliğinden dem vurarak  korku içinde ‘’ şimdi be yapacağız’’ demiştir. Hz peygamber ise böylesi bir durumda ‘’Korkma, Allah bizimle beraberdir’’ demiştir.), iman kuvveti,  fevkalade kulluğu, fevkalade ciddiyeti, fevkalade metanetidir.
4-      Eğer zaman yolculuğu yapıp onun zamanına, arap yarımadasına gitsek şöyle bir manzara görürdük:  Kavmi tarafından tasdik edildiği üzere güzel ahlak sahibi, çok güzel görünüşlü bir kişi, elinde bir kitap, lisanında gerçekleri bilen, hakimane bir üslup( ki kuran daki bu hakimane, üstten bakıcı, şüpheye asla yer bırakmayan üslup kuran ın mucizelerinde sayılır. Bilinmeyen bu kadar şeyi açıklayıp üstüne üstlük bunu böyle  kesin bir üslup ile yapmak…) bütün insanlığı karşısına almış, bir ezeli hutbeyi tebliğ ediyor. Kainatın yaratılış sırlarını keşfedip açıklıyor, var olan her şeyden sorulan, bütün akıl sahiplerini meşgul eden; ‘’ necisin? Nereden geliyorsun? , nereye gidiyorsun? sorularına ikna eden makbul cevaplar veriyor.

Hz mevlana’nın hz muhammed e ithafen yazdığı bir şiir:
Bu ne güzel koku böyle,
bu ne güzel koku.
Gül bahçesinden yoksa gelen o mu?
Gece mi bu gelen, misk mi bu, amber mi bu?
Bu ne güzel koku böyle,
bu ne güzel koku.
O pazardan tezcecik yoksa o mu geliyor,
yoksa sultanımız geri mi geliyor ne?

Bu nasıl yüz böyle,
bu nasıl ışık?
Bu nasıl ay böyle,
bu nasıl güneş?
Mağaradan mı çıktı,
dağdan mı iniyor,
o yalnızlığın adamı,
o dost?

Boş yere arama şarap testisini sen.
Koklama onun ağzını sen boş yere.
Şu meyhaneciden mi geliyor sandın onu;
dostum, onu sen kendin gibi belleme.

Yolda o yapayalnızsa ne olur?
Başında sarık yoksa ne çıkar?
Ne bundan güneşe bir leke olur,
ne ayın gösterişine zarar.

Bu gece uyuma dostum, uyuma.
Bir kolayına getir onu bul.
Sarhoşlar meclisine hep böyle geceleyin gelir o.
Bu gece uyuma dostum, uyuma.

Biz duvara asılı duran resimleriz.
Bizi yapan ressamın varlık şavkı
duvarın üzerine bir vurdu mu,
bakarsın o anda canlanıvermiş, kımıldanmışız
Onun selvi boyu bir göründü mü,
bakarsın dünya güllük gülistanlık.
Kalktı bir salındı, kendini bir gösterdi mi.
bakarsın kıyamet koptu gitti.

Bakarsın Calinus gibi hastalar ülkesindendir o.
Bakarsın hayret yurdunda dolaşır hastalar gibi.

Sustum artık ben,
sustum artık
Bu şiir utanıyor ondan…


5-      İnsan onun getirdiği nurani hakikatlerin dışında kalarak kainata baksa:  kainatı bir büyük matemhane olarak, varlıları birbirine yabancı belki düşman olarak, cansızları birer dehşetli cenaze olarak, canlıları zeval( sona erme) ve firakın(ayrılık) tokadıyla ağlayan sahipsiz yetimler şeklinde görür. Onun getirdiği hakikatler ile bakıldığında ise;  o büyük matemhane içinde varlıkların neşe ve cazibe içinde kendinden geçtiği bir zikirhaneye dönüşür. O birbirine düşman varlıklar dost ve kardeşler haline gelirler. O dehşetli cenazeler birer memur ve hizmetkar halini alır. O ağlayan yetimler birer tesbih edici, ölüm de bir vazife paydosu ve şükredilen bir olay halini alır. Burada söz Mevlana hazretlerinin:
    ‘’Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye basladi mi, bende bu cihanin gami var, dünyadan ayriligima tasalaniyorum sanma; bu çesit süpheye düşme .Bana aglama, yazik yazik deme. Şeytanın tuzagina düsersem iste hayiflanmanin sirasi o zamandir.Cenazemi görünce ayrilik ayrilik deme.O vakit benim bulusma ve görüsme zamanimdir.Beni kabre indirip birakinca, sakin elveda elveda deme; zira mezar cennetler toplulugunun perdesidir.Batmayi gördün ya, dogmayi da seyret. Günese ve aya batmadan ne ziyan geliyor ki?Sana batmak görünür, ama o, dogmaktir. Mezar hapis gibi görünür ama o, canin kurtulusudur.Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumunda süpheye düsüyorsun?Hangi kova kuyu ya salindi da dolu dolu çikmadi? Can Yusuf'u ne diye kuyuda feryad etsin?Bu tarafta agzini yumdun mu, o tarafta aç. Zira senin hay huyun mekansizlik aleminin fezasindadir.""Kardes, mezarima defsiz gelme; çünkü Allah meclisinde gamli durmak yarasmaz.Hak Teala beni aşk sarabindan yaratmistir.Ölsem,çürüsem bile, benim yine o aşkım. Ölümümüzden sonra mezarimizi yerde aramayiniz. Bizim mezarimiz ariflerin gönlündedir.’’

6-      O nur ile kainattaki bütün hareket, çeşitlilik, değişimler, başkalaşımlar; manasızlıktan, gereksizlikten, tesadüf oyuncaklığından çıkıp, rabbani birer mektup, Allah’ın yazdığı birer sayfa haline gelir( hemen kuran ın ilk ayetini hatırlıyoruz: Oku!). Allah’ın isimlerinin tecelli ettiği birer ayna halini alırlar. Hem insanı bütün hayvanların ve canlıların aşağısına düşüren sayısız zaafı, acizlikleri, fakr(muhtaçlık) ve ihtiyacı; bütün hayvanlardan daha bedbaht(bahtsız, talihsiz) olmasına yol açan üzüntü, elem ve gam vesilesi olan aklı( doğada şikayetçi, ne yapacağından emin olmayan hayvan yoktur) o nur ile nurlandığı zaman insan bütün varlıkların üstüne çıkar.  O nurlanmış acz, fakr, akıl ile nazenin( latif,güzel, nazlı) bir sultan olur, yeryüzünün halifesi olur. Demek o nur olmaz ise her şey hiçe iner. Elbette böyle eşsiz bir kainatta böyle bir zat lazımdır. Yoksa kainat ve alemler olmamalıdır.
7-      O zat(hz peygamber) ebedi mutluluğun habercisi,müjdecisi, nihayeti olmayan bir rahmetin kaşifi,göstericisi olduğundan dolayı; ona kulluğu yönünden bakılınca bir muhabbet örneği, bir rahmet sembolü, insaniyet in şerefi, yaratılış meyvelerinin en parlağı olduğu görülür. Peygamberliği yönünden bakılınca,  Allah’ın varlığının bir delili, bir hakikat lambası, hidayet güneşi, mutluluk sebebi olduğu görülür. İşte nasıl şimşek gibi onun bu nuru doğudan batıyı tuttu, dünyanın yarısı ve insanlığın dörtte biri onun hediye ettiği hidayeti canı pahasına korudu; bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki böyle bir zatın davalarının esası olan ‘la ilahe illalah’’ ı bütün basamaklarıyla kabul etmeyelim?
8-      Geniş arap yarımadasında, adetlerine bağlı ve inatçı çeşitli kavimleri, inanılmaz kısa süre içinde bütün adet, kötü ahlak ve vahşiliklerinden vazgeçirip, yüce bir ahlak ile donatarak insanlığa öğretmen kılmıştır. Onunkisi yüzeysel bir etki değil, akılları,ruhları,kalbleri, nefisleri fethederek, geri dönülmez biçimde ele geçiriştir. Öyle ki ölümünden 1400 küsür sene sonra insanlar onu özleyip, göz yaşı dökmektedirler. Hz ebu bekir ona derdi ki: ‘’Ya resulullah. Şundan şikayetçiyim ki yüzünüzü tuvaletteyken bile gözümün önünden kovamıyorum…’’ Kalblerin sevgilisi, akılların öğretmeni, nefislerin terbiyecisi,  ruhların sultanı olmuştur.
9-      Bilinir ki sigara gibi küçük bir adeti, küçük bir topluluk içinde, büyük bir hakim, büyük bir kuvvetle zar zor kaldırabilir, belki de kaldıramaz. Halbuki bu zat, büyük ve çok adetleri, çok büyük ve inatçı bir topluluktan küçük bir kuvvetle, küçük bir zorlukla, çok kısa sürede kaldırıp, yüksek ahlaki değerleri onlara çıkarılamaz biçimde işlemiştir. Bunun gibi pek çok harika işler yapmıştır. Hz peygamberi inkar etmekte olan 100 filozof acaba 100 senede onun yaptığının 100 de birini yapabilir mi?
10-  Bilinir ki, küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir topluluğa, küçük bir meselede, münakaşalı, tartışmalı bir konuda, utanmadan, pervasızca davranışlar içinde kimseden çekinmeden, küçük fakat utanç veren bir yalanı, düşmanları arasında hilesini hissettirmeyecek bir biçimde, telaş hissetmeden söyleyemez. Hz peygambere bakıyoruz ki:  pek büyük bir davada,pek büyük bir haysiyet ile, pek büyük emniyete muhtaç bulunarak, pek büyük bir topluluğa, pek büyük düşmanlık karşısında, pek büyük meselerde, pek büyük bir serbestiyet ve pervasızlık içinde adeta ölüme yürüyerek, tereddütsüz, hiçbir şeyi gizlemeden, telaş göstermeden, samimiyetle, ciddiyetle, düşmanlarının damarlarına dokunacak şekilde şiddetli ve tepeden bakıcı hakim sözlerinde hilaf bulunabilir mi? ( ‘’ Kur'an ancak kendisine bildirilen bir vahiydir’’.necm süresi 4. Ayet)  gerçek olan aldatmaz, gerçeği gören aldatmaz. Hak olan yolu hileden uzaktır. Gerçeği görenin gözüne, hayalin ne haddi var ki hakikat gibi görünsün, aldatsın…
11-  Hz peygamber, çok merak uyandırıcı, çekici, gerekli, ürkütücü ve şaşırtıcı hakikatleri gösterir ve meseleleri isbat eder. Bilinir ki, insanı en çok yerinden kımıldatan şey meraktır. Bir kişiye denilse ki, malının yarısı karşılığında uzak bir gezegenden bir adam gelip sana o gezegenlerin ve uzayın insanlarca bilinmeyen gizemlerini anlatacak. Üstelik sana geleceğini ve başına gelecekleri bildirecek. O kişi malının yarısını, eğer merak duyuyorsa verecektir. Halbuki hz peygamber, öyle bir zatın haberlerini iletiyor ki, o zatın memleketinde gezegenler sinek gibi dönerler. Hem öyle bir acayip bir alemden hakiki olarak bahsediyor ve öyle değişimlerden bahsediyor ki, dünya bir bomba olup patlasa o kadar şaşkınlık uyandıramaz. ‘’karia suresi: çarpıcı olan felaket’’ ‘’infitar suresi:gök yarıldığı zaman’’ ‘‘tekvir suresi:güneş dürülüp toplandığında’’ hem öyle bir gelecekten haber veriyor ki, şu dünya hayatı ona kıyasla bir serap, damla, hayal hükmündedir. Hem öyle bir saadetten, mutluluktan bahsediyor ki, bu dünyada yaşanan mutlulukların  ona kıyası, şimşeğin bir anlık parlayışının hiç sönmeyen güneşe kıyası gibidir.
12-  : Böyle acayip ve bilinmez şu kâinatın görünür perdesi altında elbette ve elbette böyle hayret verici şeyler bizi bekliyor. Böyle acaibi haber verecek, böyle hârika ve fevkalâde mucizeler gösteren bir zât lâzımdır. Hem bu zâtın gidişatından görünüyor ki; o görmüş ve görüyor ve gördüğünü söylüyor. Hem bizi nimetleriyle perverde eden şu Semavat ve Arzın İlahı bizden ne istiyor, razı olacağı şeyler nedir, pek sağlam olarak bize ders veriyor. Hem bunlar gibi daha pek çok merak uyandırıcı lüzumlu hakikatleri ders veren bu zâta karşı herşeyi bırakıp ona koşmak, onu dinlemek lâzım gelirken; ekser insanlara ne olmuş ki sağır olup, kör olmuşlar, belki divane olmuşlar ki; bu hakkı görmüyorlar, bu hakikatı işitmiyorlar, anlamıyorlar?
13-  : İşte şu zât, şu mevcudat Hâlıkının vahdaniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir bürhan-ı nâtık, bir delil-i sadık olduğu gibi; dirilişin ve saadet-i ebediyenin dahi kesin bir delilidir.. Belki nasıl ki o zât; hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Öyle de; duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır. Dirilme mes'elesinde geçen şu sırrı, makam münasebetiyle tekrar ederiz:İşte bak: O zât öyle bir salât-ı kübrada dua ediyor ki: Güya şu yarımada, belki dünya, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Bak, hem öyle bir cemaat-ı uzmada niyaz ediyor ki: Güya benî-Âdemin zaman-ı Âdem'den asrımıza, kıyamete kadar bütün nuranî kâmil insanlar, ona ittiba ile iktida edip duasına âmîn diyorlar. Hem bak, öyle bir hacet-i âmme için dua ediyor ki: Değil ehl-i arz, belki ehl-i semavat, belki bütün mevcudat, niyazına "Evet yâ Rabbena ver, biz dahi istiyoruz" deyip iştirak ediyorlar. Hem öyle fakirane, öyle hazînane, öyle sevimli tarzda, öyle isteyerek, öyle yalvararak niyaz ediyor ki; bütün kâinatı ağlattırıyor, duasına iştirak ettiriyor.Bak! Hem öyle bir maksad, öyle bir gaye için dua ediyor ki: İnsanı ve âlemi, belki bütün mahlukatı en aşağı makamdan, sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan en yüksek mertebeye, yani kıymete, bekaya, ulvî vazifeye çıkarıyor.Bak! Hem öyle yüksek bir fizar-ı istimdadkârane ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile istiyor, yalvarıyor ki: Güya bütün mevcudata ve semavata ve arşa işittirip, vecde getirip duasına "Âmîn Allahümme âmîn" dedirtiyor. Bak! Hem öyle Semi', Kerim bir Kadîr'den, öyle Basîr, Rahîm bir Alîm'den hacetini istiyor ki: Bilmüşahede en görünmeyen bir canlının en görünmeyen bir hacetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünki istediğini, -velev lisan-ı hal ile olsun- verir. Ve öyle bir suret-i hakîmane, basîrane, rahîmanede verir ki, şübhe bırakmaz bu terbiye ve tedbir öyle bir Semi' ve Basîr ve öyle bir Kerim ve Rahîm'e hastır.
14-  Acaba Adem oğullarının en faziletlilerini  arkasına alıp, Arz üstünde durup, Allaha yönelmiş olarak  el kaldırıp dua eden şu insanların en şereflisi ve bütün zamanların benzersizi ve kainatın övüncü ne istiyor? Bak dinle: ebedi saadet ve mutluluk istiyor, beka(sonsuzluk) istiyor, lika(kavuşma,birliktelik) istiyor, Cennet istiyor. Hem Allah’ın isimlerinin tecellisi olan varlıklar arasında hükümlerini ve güzelliklerini gösteren bütün Allah’ın bütün kutsal isimleri ile beraber istiyor. Hattâ eğer rahmet, inayet, hikmet, adalet gibi hesabsız o matlubun gerekli bir takım sebepleri olmasa idi; şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar Allah’ın kudretine hafif gelen şu Cennet'in binasına sebebiyet verecekti. Evet nasıl ki onun peygamberliği şu imtihan yurdunun açılmasına sebebiyet verdi. Öyle de, onun kulluğu da öteki dünyanın açılmasına sebebdir. Acaba üstün akıl sahibi kişilere ‘’İmkan dahilinde şu varlık aleminden daha üstünü, daha mükemmeli yoktur(İmam ı Gazali)’’  dediren şu görünen büyük düzen ve intizam, şu rahmet içinde kusursuz sanat ve misilsiz cemal-i rububiyet; hiç böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul eder mi ki: En küçük, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip cevap versin, yerine getirsin fakat en ehemmiyetli, en lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ!. Yüzbin defa hâşâ! Böyle bir cemal, böyle bir çirkinliği kabul etmez, çirkin olmaz.
15-  : Şu kâinatın sahibİ ve tasarrufunu elinde bulunduranı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek idare ediyor ve her şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faydaları irade ederek yönetiyor. Madem yapan bilir; elbette bilen konuşur. Madem konuşacak, elbette şuurlu ve fikirli ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak, elbette şuur sahib varlıkların içinde en cem'iyetli ve şuuru küllî olan insan türü ile konuşacaktır. Madem insan türü ile konuşacak, elbette insanlar içinde hitab edilmeye layık ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı yüce ve insan türüne liderlik edebilecek  olanlarla konuşacaktır; elbette dost ve düşmanın fikir birliği ile, en yüksek istidadda ve en âlî ahlâkta ve insanların büyük bir kısmı ona uymuş  ve dünyanın yarısı onun hükm-ü manevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin dört yüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı, mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip, ona dua-yı rahmet ve saadet edip, ona medh  ve muhabbet etmiş olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş ve Resul yapacak ve yapmış ve sair insanoğluna rehber yapacak ve yapmıştır.
( Peygamberlik müessesi olmasa idi, Allah hiç peygamber göndermemiş olsa idi, bu dünya şu misale benzeyecekti: Bir ressam var,  çok yetenekli ve sanatı yoluyla bilinmek istiyor. Bu istek ile bir sergi açıyor. Fakat bu sergide kendi vücuduyla bulunmuyor. İnsanlar onu sanatı yoluyla tanısın istiyor. Buna rağmen hiçbir resmin altına ne bir isim ne bir imza atıyor, ne de kim ve nasıl biri olduğunu açıklayacak bir rehber tayin ediyor. Elbette bu sergi boşa gitmiş olacaktır. Allah şöyle söylemiştir: ‘’Gizli bir hazineydim, bilinmeyi sevdim’’     (Bu söz kutsi hadis dir. Yani Allah’ın hz peygambere ilham ettiği ama kuran ı kerime dahil etmediği şözlerden.)
(Sahabelerin, Kur'anın ve âyetlerin ezberlenmesinden sonra en ziyade, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın fiillerinin ve sözlerinin muhafazasına, özellikle hükümler ve mucizelere dair hallerinin muhafazasına bütün kuvvetleriyle çalıştıklarını ve sıhhatlerine(doğru aktarılmalarına) pek çok dikkat ettiklerini, Tarih ve Siyer şehadet ediyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a ait en küçük bir hareketi, bir sîreti, bir hali ihmal etmemişler. Ve etmediklerini ve kaydettiklerini, hadis kitapları şehadet ediyor. Hem Asr-ı Saadette(hz peygamberin zamanı), mu'cizatı ve hükümlerle ilgili hadisleri, kitabetle çoklar kaydedip yazdılar. Hususan Abadile-i Seb'a(meşhur yedi adet Abdullah ismindeki sahabiye toplu olarak bu ad verilmiştir), kitabetle kaydettiler. Hususan Tercüman-ül Kur'an olan Abdullah İbn-i Abbas ve Abdullah İbn-i Amr İbn-il Âs, bahusus otuz-kırk sene sonra, Tâbiînin(hz peygamberi görememiş ama sahabileri görmüş Müslümanlara tabiin denir) binler muhakkikleri, hadisleri ve mucizeleri yazı ile kaydettiler. Daha ondan sonra, başta dört imam-ı müçtehid ve binler muhakkik hadis alimleri naklettiler; yazı ile muhafaza ettiler. Daha Hicretten ikiyüz sene sonra başta Buharî, Müslim, Kütüb-ü Sitte-i Makbule(hadis kitapları)  ezber kayıt ve koruma vazifesini omuzlarına aldılar. İbn-i Cevzî gibi şiddetli binler münekkidler çıkıp; bazı mülhidlerin veya fikirsiz veya hıfızsız veya nâdânların karıştırdıkları yanlış  hadisleri ayırt ettiler, gösterdiler. Sonra keşif ehlinin tasdikiyle; yetmiş defa Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm temessül edip, yakaza(rüyada) halinde onun sohbetiyle müşerref olan Celaleddin-i Süyutî gibi allâmeler ve muhakkikler, sahih hadislerin elmaslarını, hz peygambere uydurulan sözlerden ayırt ettiler. İşte buna binaen; "Bu zamana kadar uzun mesafeden gelen şu zamandan tâ o zamana kadar bu hâdiseleri nasıl bileceğiz ki karışmamış ve safidir" hatıra gelmemelidir.)
Hz peygamber kendi döneminde, kuran ı kerimin içine karışmaması için hadislerin yazıya dökülmesini yasaklamıştır. Bu sebeple hadislerin doğruluğu ve sahihliği hakkında, kuran ı kerimde yapabildiğimiz kadar rahat davranamıyoruz.  Kuran ayetleri geldiğinde hz peygamber mutlaka, sayıları bir çok olan vahiy katiplerini çağırır ve gelen ayeti yazdırırdı. Ek olarak, hz peygamber de dahil olmak üzere çok fazla sayıda Müslüman kuran ı kerimi ezbere biliyordu. Her yıl ramazanda hz peygamber kuran ı kerimi sesli olarak baştan en son gelen ayete kadar okurdu. Vefat edeceği yıl 2 kere okumuştur( hatta şu anda ramazanda yapılan mukabele
Geleneği buradan gelir). Dahası kuran ı kerimin ne zaman kitap haline getirlidiği ve ne zaman çoğaltıldığı  bellidir( dört halife döneminde yani hz peygamberin vefatından hemen sonra.Hatta Topkapı sarayında hz osman zamanında kalma, sergilenen bir kuran ı kerim var) Bu kadar çok kişinin tarih boyunca ezberlerinde ve kitaplar ile koruduğu bir metnin bozulmadığına şüphe bırakmayacak seviyede inanmamızda bir sakınca yok. Aynı seviyede bir korunma derecesini hadislerde görememekle birlikte, doğru olmayan hadislerin de insanların dilinde eski zamanlardan beri dolanıyor olmasına rağmen,  hadislerin bir kısmının doğruluğundan emin olabiliyoruz. Hadislerin doğru aktarılabilmesi için sahabi ve tabiin nesli ‘’senet’’ sistemini geliştirmiştir. Senet sisteminde, hadisler aktarılır iken mutlaka bunu kimden duyduğu belirtilir ve yazıya geçirilecek ise yazılırdı. Zaman geçtikçe bu sistem hayati önem kazanmıştır. Çünkü zaman geçtikçe hadislerin değiştirilme ve yalan hadislerin uydurulma riski artmıştır. Böyle bir zamanda hadis alimleri, ucu hz peygambere uzanmayan hadisleri şüpheli kabul etmişler ve bu şüpheli hadislere senedi çok uzun(yani rivayet edenlerin sayısı çok fazla olan) hadisleri de eklemişlerdir.  Sahihliğinden emin olunan hadislerin toplanmasına ömrünü vakfetmiş olan alimlerden en önemlileri İmam ı Buhari, Tırmizi gibi kişilerdir. İmam ı Buhari’nin ‘’Sahih i Buhari’’ isimli hadis eseri en güvenilir eser kabul edilmektedir. Çünkü çok küçük yaştan beri hadis ilmi üzerine çalışmış ve islam memleketlerini gezip, bu konudaki eserleri inceleyip, senedleri en güvenilir olanları kitabına almıştır. Bu kitap bugün herhangi bir kitapçıda bulunabilir. İçindeki tüm hadislerin senedi hz peygambere dayanmaktadır. Hadis usulü ilimlerinin sayısı hayli fazladır. Öyle ki hadislerin senedlerini, metnini, manalarının hz peygamberin sünnetine uygunluğunu inceleyen ayrı ayrı ilim dalları vardır ki hadisler doğrulukları konusunda bu alimlerin incelemelerine maruz kalmıştır. İslamın, diğer dinlerin aksine peygamberinin zamanından beri bir ‘’devlet’’ haline gelmesi onun pek çok konuda ihtiyacı olduğu kurumları ve ekolleri erkenden kurabilmesini sağlamıştır.)

: Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kendi kendine güneş gibi bir bürhandır. Ve keza o zâtın (A.S.M.) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o zâtın yaradılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı; behemehal gençlik saikasıyla dışarıya verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemal-i istikametle, metanetle, iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir. Ve keza yaş kırka baliğ olduğunda iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun rüsuh peyda eder, meleke haline gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu zâtın tam kırk yaşının başında iken yaptığı o inkılab-ı azîmi, âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celb ve cezbettiren, o zâtın (A.S.M.) evvel ve âhir herkesçe malûm olan sıdk u emaneti(doğru sözlülüğü ve güvenilirliği) idi. Demek o zâtın (A.S.M.) sıdk u emaneti, dava-yı nübüvvetine(peygamberlik davasına) en büyük bir bürhan(delil) olmuştur.
Yine âlemce malûmdur ki, devlet bir şahs-ı manevîdir. -Çocuk gibi- doğması, büyümesi zaman ister. Ve keza yeni teşekkül eden bir devletin, bir milletin ruhuna kadar nüfuz eden eski bir devlete galebe etmesi yine tedricîdir(zaman ister), zamana mütevakkıftır. Acaba Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bütün büyük esasaları hâvi olan ve maddî manevî bütün terakkiyat(ilerleme) ve medeniyet-i İslâmiyenin kapısını açan, kısa bir zamanda aniden teşkil ettiği bir devletle, dünyanın bütün devletlerine galebe edip(boyun eğdirip) maddî manevî hâkimiyetini muhafaza ve ibka ettiren, hârikulâdeliği değil midir?
: Evet tehditlerle, korkularla, hilelerle fikirleri başka bir mecraya çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri azdır, yüzyseldir, geçici olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zaman için kapatabilir. Amma irşadıyla kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidadların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi(yüce ahalakı) tesis ve alçak huyları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikatı teşhir etmek, hürriyet-i kelâma serbestî vermek, ancak şua-i hakikattan muktebes hârikulâde bir mu'cizedir.Evet asr-ı saadetten(hz peygamberin yaşadığı zaman) evvelki zamanlarda kalb katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde baliğ olmuştu ki, kocaya vermekten âr ederek kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi. Asr-ı saadette İslâmiyet'in doğurduğu merhamet, şefkat, insaniyet sayesinde, evvelce kızlarını gömerlerken müteessir olmayanlar, İslâmiyet dairesine girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz oldular. Acaba böyle ruhî, kalbî, vicdanî bir inkılab hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi?
Evet, görünüşte düşman görünen,islamiyet dairesine girmeyen  filozoflar bile bu hakikati tasdik etmiştir.  Amerikalı filozof Carlyle, Alman Goethe’nin anlatmasıyla; Kuran’ın hakikatlerine dikkat ettikten sonra  ‘’Acaba İslamiyet ile medeniyet aleminin olgunlaşıp kemale ermesi mümkün müdür?’’ Diye sormuş. Sonra kendi sorusuna cevaben: ‘’Evet, muhakkikler( doğru ve yanlışı ayıran, hakikatleri görenler) şimdi o daireden istifade ediyorlar. Kuran hakikatleri ortaya çıkığı zaman ateş gibi tüm dinleri yuttu. Zaten bu onun hakkı idi. Çünkü Hristiyanlık ve Yahudiliğin hurafelerinden hiçbir şey çıkmadı’’ demiştir
Bir de şunları belirtmek gerekir: hz muhammed, onu inkar edenlere göre madem hakiki peygamber değildi. O zaman tüm bu peygamberlik davasına niçin girdi?  Soyunda, atalarında bir kral yoktu ki saltanatını geri kazanmak istesin. Kendisi, bırak saltanatı, çevresindeki insanlar onun etrafında pervane gibi dönerken; komşum aç iken tok yatamam diyecek kadar cömertti. Buna rağmen mal mülk kazanmak için mi girdi? Hiçbir erkek evladı  bir iki yaşından fazla yaşamadı ki evlatları için saltanat istesin.  Yoksa kadın için mi girdi? Gençliğinin baharında, 25 yaşında iken 40 yaşında bir hanımla evlenip neredeyse 30 yıl, hanımının vefatına kadar başka bir kadınla evlenmeyen, erkekliğinin güçlü çağlarını böyle geçiren biri mi  bunun için girdi?  Üstelik hiçbir kimse kadınlarla yatmak için ‘’din kurup’’, bunun uğrunda kılıç kalkanla savaşacak kadar manyak olamaz, hz muhammed yeterince yakışıklıydı. Onun kazandığı tek şeyi söyleyeyim: İnsanların kalbinde, diğerleri istedikleri kadar inkar edip iftira etsinler, asla değişmeyecek olan baş köşeyi kazandı. Padişahlar her gün, günde beş vakit onun için dua ettiler…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder