Hz peygamber
ile ilgili:
Allah’ı bize tanıtan üç büyük anlatıcı vardır:
kainat, hz peygamber( ve onun şahsında bütünüyle peygamberlik müessesesi) ve
kuran ı kerim. Hz muhammed in hak ve gerçek bir peygamber olduğunu anlatan
deliller:
1- Bütün peygamberler hayattar kökleri ve bütün
evliya eskimeyen meyveleri ile bir nurani zincirdir, bu zincir onun her bir
davasını, mucizesini ve kerametini tasdik edip onaylamaktadır. Zira hz peygamberin en büyük davası ve diğer
davalarının da çıkış noktası; ‘’la ilahe illallah’’ dır. Ondan önce ve sonra gelmiş bütün nurani
kimseler onun bu davasını onaylamış ve ‘’doğru konuştun ve hakkı söyledin’’ derler. Hangi vehim sahibinin hakkı var ki sayıca bu
kadar çok ve kuvvetli kimselerin imzalarıyla desteklenmiş bir iddiaya parmak
karıştırsın?( insanın aklına gelebilir ki dünyada başka büyük dinler de var ve
bu dinlerin bir çok inananı var. Müslümanlar da bu kadar çok inananı olan
dinlere inanmıyorlar. Fakat gerçek şudur: Yahudilik, Hristiyanlık, zerdüştilik,
Budizm,Hinduizm,Taoizm, ve diğer dinler… Müslümanlar bu dinleri kuran kişileri
mutlak manada yalanlamazlar. Mesela Zerdüşt, Buda gibi kimseler gerçekte Allah
tarafından görevlendirilmiş peygamberler olabilirler. Bu kişiler çok eskiden
yaşadıklarından haklarında hiçbir sağlam kayıt yoktur. Bizim Müslümanlar olarak
inkar ettiğimiz şey bu kişilerin kurduğu ekollerin günümüze ilk halleriyle
sağlam ulaştığıdır. Fakat bunun tam
tersi olarak, bu dinlerin mensubu kişiler hz muhammed in kendisini inkar
etmektedirler.)
2- Tevrat ve İncil
3- Peygamberliğini açıkladığı günden bu
güne kadar onu kabul ve inkar eden herkesin ortak olarak kabul ettiği: kemal
seviyesindeki ahlakı, vazifesini ifa ederken tam bir emniyet ve sükûnet içinde
davranması ve asla geri adım atmaması( örnek: hz peygamber kendisine karşı
düzenlenen suikast girişiminden hz Cebrail(a.s.) ın önceden haber vermesi ile
kurtulmuş ve o gece hz ebu bekir i yanına alarak medineye hicret etmek üzere
yola çıkmıştır. Yolda, Sevr mağarasında
bulundukları sırada ,onları öldürmek üzere peşlerinde bulunan Mekkeliler
mağaranın ağzına kadar gelmişlerdir. Hz ebu bekir, hz peygambere; telaşla
durumlarının kritikliğinden dem vurarak
korku içinde ‘’ şimdi be yapacağız’’ demiştir. Hz peygamber ise böylesi
bir durumda ‘’Korkma, Allah bizimle beraberdir’’ demiştir.), iman kuvveti, fevkalade kulluğu, fevkalade ciddiyeti,
fevkalade metanetidir.
4- Eğer zaman yolculuğu yapıp onun zamanına,
arap yarımadasına gitsek şöyle bir manzara görürdük: Kavmi tarafından tasdik edildiği üzere güzel
ahlak sahibi, çok güzel görünüşlü bir kişi, elinde bir kitap, lisanında
gerçekleri bilen, hakimane bir üslup( ki kuran daki bu hakimane, üstten bakıcı,
şüpheye asla yer bırakmayan üslup kuran ın mucizelerinde sayılır. Bilinmeyen bu
kadar şeyi açıklayıp üstüne üstlük bunu böyle
kesin bir üslup ile yapmak…) bütün insanlığı karşısına almış, bir ezeli
hutbeyi tebliğ ediyor. Kainatın yaratılış sırlarını keşfedip açıklıyor, var
olan her şeyden sorulan, bütün akıl sahiplerini meşgul eden; ‘’ necisin?
Nereden geliyorsun? , nereye gidiyorsun? sorularına ikna eden makbul cevaplar
veriyor.
Hz
mevlana’nın hz muhammed e ithafen yazdığı bir şiir:
Bu ne güzel koku böyle,
bu ne güzel koku.
Gül bahçesinden yoksa gelen o mu?
Gece mi bu gelen, misk mi bu, amber mi bu?
Bu ne güzel koku böyle,
bu ne güzel koku.
O pazardan tezcecik yoksa o mu geliyor,
yoksa sultanımız geri mi geliyor ne?
Bu nasıl yüz böyle,
bu nasıl ışık?
Bu nasıl ay böyle,
bu nasıl güneş?
Mağaradan mı çıktı,
dağdan mı iniyor,
o yalnızlığın adamı,
o dost?
Boş yere arama şarap testisini sen.
Koklama onun ağzını sen boş yere.
Şu meyhaneciden mi geliyor sandın onu;
dostum, onu sen kendin gibi belleme.
Yolda o yapayalnızsa ne olur?
Başında sarık yoksa ne çıkar?
Ne bundan güneşe bir leke olur,
ne ayın gösterişine zarar.
Bu gece uyuma dostum, uyuma.
Bir kolayına getir onu bul.
Sarhoşlar meclisine hep böyle geceleyin gelir o.
Bu gece uyuma dostum, uyuma.
Biz duvara asılı duran resimleriz.
Bizi yapan ressamın varlık şavkı
duvarın üzerine bir vurdu mu,
bakarsın o anda canlanıvermiş, kımıldanmışız
Onun selvi boyu bir göründü mü,
bakarsın dünya güllük gülistanlık.
Kalktı bir salındı, kendini bir gösterdi mi.
bakarsın kıyamet koptu gitti.
Bakarsın Calinus gibi hastalar ülkesindendir o.
Bakarsın hayret yurdunda dolaşır hastalar gibi.
Sustum artık ben,
sustum artık
Bu şiir utanıyor ondan…
5- İnsan onun getirdiği nurani hakikatlerin
dışında kalarak kainata baksa: kainatı
bir büyük matemhane olarak, varlıları birbirine yabancı belki düşman olarak,
cansızları birer dehşetli cenaze olarak, canlıları zeval( sona erme) ve
firakın(ayrılık) tokadıyla ağlayan sahipsiz yetimler şeklinde görür. Onun
getirdiği hakikatler ile bakıldığında ise;
o büyük matemhane içinde varlıkların neşe ve cazibe içinde kendinden
geçtiği bir zikirhaneye dönüşür. O birbirine düşman varlıklar dost ve kardeşler
haline gelirler. O dehşetli cenazeler birer memur ve hizmetkar halini alır. O
ağlayan yetimler birer tesbih edici, ölüm de bir vazife paydosu ve şükredilen
bir olay halini alır. Burada söz Mevlana hazretlerinin:
‘’Ölüm günümde tabutum yürüyüp
gitmeye basladi mi, bende bu cihanin gami var, dünyadan ayriligima
tasalaniyorum sanma; bu çesit süpheye düşme .Bana aglama, yazik yazik deme.
Şeytanın tuzagina düsersem iste hayiflanmanin sirasi o zamandir.Cenazemi
görünce ayrilik ayrilik deme.O vakit benim bulusma ve görüsme zamanimdir.Beni
kabre indirip birakinca, sakin elveda elveda deme; zira mezar cennetler
toplulugunun perdesidir.Batmayi gördün ya, dogmayi da seyret. Günese ve aya
batmadan ne ziyan geliyor ki?Sana batmak görünür, ama o, dogmaktir. Mezar hapis
gibi görünür ama o, canin kurtulusudur.Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne
diye insan tohumunda süpheye düsüyorsun?Hangi kova kuyu ya salindi da dolu dolu
çikmadi? Can Yusuf'u ne diye kuyuda feryad etsin?Bu tarafta agzini yumdun mu, o
tarafta aç. Zira senin hay huyun mekansizlik aleminin fezasindadir.""Kardes,
mezarima defsiz gelme; çünkü Allah meclisinde gamli durmak yarasmaz.Hak Teala
beni aşk sarabindan yaratmistir.Ölsem,çürüsem bile, benim yine o aşkım.
Ölümümüzden sonra mezarimizi yerde aramayiniz. Bizim mezarimiz ariflerin gönlündedir.’’
6- O nur ile kainattaki bütün hareket,
çeşitlilik, değişimler, başkalaşımlar; manasızlıktan, gereksizlikten, tesadüf
oyuncaklığından çıkıp, rabbani birer mektup, Allah’ın yazdığı birer sayfa
haline gelir( hemen kuran ın ilk ayetini hatırlıyoruz: Oku!). Allah’ın
isimlerinin tecelli ettiği birer ayna halini alırlar. Hem insanı bütün
hayvanların ve canlıların aşağısına düşüren sayısız zaafı, acizlikleri,
fakr(muhtaçlık) ve ihtiyacı; bütün hayvanlardan daha bedbaht(bahtsız, talihsiz)
olmasına yol açan üzüntü, elem ve gam vesilesi olan aklı( doğada şikayetçi, ne
yapacağından emin olmayan hayvan yoktur) o nur ile nurlandığı zaman insan bütün
varlıkların üstüne çıkar. O nurlanmış
acz, fakr, akıl ile nazenin( latif,güzel, nazlı) bir sultan olur, yeryüzünün
halifesi olur. Demek o nur olmaz ise her şey hiçe iner. Elbette böyle eşsiz bir
kainatta böyle bir zat lazımdır. Yoksa kainat ve alemler olmamalıdır.
7- O zat(hz peygamber) ebedi mutluluğun
habercisi,müjdecisi, nihayeti olmayan bir rahmetin kaşifi,göstericisi
olduğundan dolayı; ona kulluğu yönünden bakılınca bir muhabbet örneği, bir
rahmet sembolü, insaniyet in şerefi, yaratılış meyvelerinin en parlağı olduğu
görülür. Peygamberliği yönünden bakılınca,
Allah’ın varlığının bir delili, bir hakikat lambası, hidayet güneşi, mutluluk
sebebi olduğu görülür. İşte nasıl şimşek gibi onun bu nuru doğudan batıyı
tuttu, dünyanın yarısı ve insanlığın dörtte biri onun hediye ettiği hidayeti
canı pahasına korudu; bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki böyle bir zatın
davalarının esası olan ‘la ilahe illalah’’ ı bütün basamaklarıyla kabul
etmeyelim?
8- Geniş arap yarımadasında, adetlerine
bağlı ve inatçı çeşitli kavimleri, inanılmaz kısa süre içinde bütün adet, kötü
ahlak ve vahşiliklerinden vazgeçirip, yüce bir ahlak ile donatarak insanlığa
öğretmen kılmıştır. Onunkisi yüzeysel bir etki değil,
akılları,ruhları,kalbleri, nefisleri fethederek, geri dönülmez biçimde ele
geçiriştir. Öyle ki ölümünden 1400 küsür sene sonra insanlar onu özleyip, göz
yaşı dökmektedirler. Hz ebu bekir ona derdi ki: ‘’Ya resulullah. Şundan
şikayetçiyim ki yüzünüzü tuvaletteyken bile gözümün önünden kovamıyorum…’’
Kalblerin sevgilisi, akılların öğretmeni, nefislerin terbiyecisi, ruhların sultanı olmuştur.
9- Bilinir ki sigara gibi küçük bir
adeti, küçük bir topluluk içinde, büyük bir hakim, büyük bir kuvvetle zar zor
kaldırabilir, belki de kaldıramaz. Halbuki bu zat, büyük ve çok adetleri, çok
büyük ve inatçı bir topluluktan küçük bir kuvvetle, küçük bir zorlukla, çok
kısa sürede kaldırıp, yüksek ahlaki değerleri onlara çıkarılamaz biçimde
işlemiştir. Bunun gibi pek çok harika işler yapmıştır. Hz peygamberi inkar
etmekte olan 100 filozof acaba 100 senede onun yaptığının 100 de birini
yapabilir mi?
10- Bilinir ki, küçük bir adam, küçük bir
haysiyetle, küçük bir topluluğa, küçük bir meselede, münakaşalı, tartışmalı bir
konuda, utanmadan, pervasızca davranışlar içinde kimseden çekinmeden, küçük
fakat utanç veren bir yalanı, düşmanları arasında hilesini hissettirmeyecek bir
biçimde, telaş hissetmeden söyleyemez. Hz peygambere bakıyoruz ki: pek büyük bir davada,pek büyük bir haysiyet
ile, pek büyük emniyete muhtaç bulunarak, pek büyük bir topluluğa, pek büyük
düşmanlık karşısında, pek büyük meselerde, pek büyük bir serbestiyet ve
pervasızlık içinde adeta ölüme yürüyerek, tereddütsüz, hiçbir şeyi gizlemeden,
telaş göstermeden, samimiyetle, ciddiyetle, düşmanlarının damarlarına dokunacak
şekilde şiddetli ve tepeden bakıcı hakim sözlerinde hilaf bulunabilir mi? ( ‘’
Kur'an ancak kendisine bildirilen bir vahiydir’’.necm süresi 4. Ayet) gerçek olan aldatmaz, gerçeği gören aldatmaz.
Hak olan yolu hileden uzaktır. Gerçeği görenin gözüne, hayalin ne haddi var ki
hakikat gibi görünsün, aldatsın…
11- Hz peygamber, çok merak uyandırıcı,
çekici, gerekli, ürkütücü ve şaşırtıcı hakikatleri gösterir ve meseleleri isbat
eder. Bilinir ki, insanı en çok yerinden kımıldatan şey meraktır. Bir kişiye
denilse ki, malının yarısı karşılığında uzak bir gezegenden bir adam gelip sana
o gezegenlerin ve uzayın insanlarca bilinmeyen gizemlerini anlatacak. Üstelik
sana geleceğini ve başına gelecekleri bildirecek. O kişi malının yarısını, eğer
merak duyuyorsa verecektir. Halbuki hz peygamber, öyle bir zatın haberlerini
iletiyor ki, o zatın memleketinde gezegenler sinek gibi dönerler. Hem öyle bir
acayip bir alemden hakiki olarak bahsediyor ve öyle değişimlerden bahsediyor
ki, dünya bir bomba olup patlasa o kadar şaşkınlık uyandıramaz. ‘’karia suresi:
çarpıcı olan felaket’’ ‘’infitar suresi:gök yarıldığı zaman’’ ‘‘tekvir
suresi:güneş dürülüp toplandığında’’ hem öyle bir gelecekten haber veriyor ki,
şu dünya hayatı ona kıyasla bir serap, damla, hayal hükmündedir. Hem öyle bir
saadetten, mutluluktan bahsediyor ki, bu dünyada yaşanan mutlulukların ona kıyası, şimşeğin bir anlık parlayışının
hiç sönmeyen güneşe kıyası gibidir.
12- : Böyle acayip ve bilinmez şu
kâinatın görünür perdesi altında elbette ve elbette böyle hayret verici şeyler
bizi bekliyor. Böyle acaibi haber verecek, böyle hârika ve fevkalâde mucizeler
gösteren bir zât lâzımdır. Hem bu zâtın gidişatından görünüyor ki; o görmüş ve
görüyor ve gördüğünü söylüyor. Hem bizi nimetleriyle perverde eden şu Semavat
ve Arzın İlahı bizden ne istiyor, razı olacağı şeyler nedir, pek sağlam olarak
bize ders veriyor. Hem bunlar gibi daha pek çok merak uyandırıcı lüzumlu
hakikatleri ders veren bu zâta karşı herşeyi bırakıp ona koşmak, onu dinlemek
lâzım gelirken; ekser insanlara ne olmuş ki sağır olup, kör olmuşlar, belki
divane olmuşlar ki; bu hakkı görmüyorlar, bu hakikatı işitmiyorlar,
anlamıyorlar?
13- : İşte şu zât, şu mevcudat Hâlıkının
vahdaniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir bürhan-ı nâtık, bir delil-i
sadık olduğu gibi; dirilişin ve saadet-i ebediyenin dahi kesin bir delilidir..
Belki nasıl ki o zât; hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve
vesile-i vusulüdür. Öyle de; duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve
vesile-i icadıdır. Dirilme mes'elesinde geçen şu sırrı, makam münasebetiyle
tekrar ederiz:İşte bak: O zât öyle bir salât-ı kübrada dua ediyor ki: Güya şu
yarımada, belki dünya, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Bak,
hem öyle bir cemaat-ı uzmada niyaz ediyor ki: Güya benî-Âdemin zaman-ı Âdem'den
asrımıza, kıyamete kadar bütün nuranî kâmil insanlar, ona ittiba ile iktida
edip duasına âmîn diyorlar. Hem bak, öyle bir hacet-i âmme için dua ediyor ki:
Değil ehl-i arz, belki ehl-i semavat, belki bütün mevcudat, niyazına "Evet
yâ Rabbena ver, biz dahi istiyoruz" deyip iştirak ediyorlar. Hem öyle
fakirane, öyle hazînane, öyle sevimli tarzda, öyle isteyerek, öyle yalvararak
niyaz ediyor ki; bütün kâinatı ağlattırıyor, duasına iştirak ettiriyor.Bak! Hem
öyle bir maksad, öyle bir gaye için dua ediyor ki: İnsanı ve âlemi, belki bütün
mahlukatı en aşağı makamdan, sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan en
yüksek mertebeye, yani kıymete, bekaya, ulvî vazifeye çıkarıyor.Bak! Hem öyle
yüksek bir fizar-ı istimdadkârane ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile
istiyor, yalvarıyor ki: Güya bütün mevcudata ve semavata ve arşa işittirip,
vecde getirip duasına "Âmîn Allahümme âmîn" dedirtiyor. Bak! Hem öyle
Semi', Kerim bir Kadîr'den, öyle Basîr, Rahîm bir Alîm'den hacetini istiyor ki:
Bilmüşahede en görünmeyen bir canlının en görünmeyen bir hacetini, bir niyazını
görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünki istediğini, -velev lisan-ı hal
ile olsun- verir. Ve öyle bir suret-i hakîmane, basîrane, rahîmanede verir ki,
şübhe bırakmaz bu terbiye ve tedbir öyle bir Semi' ve Basîr ve öyle bir Kerim
ve Rahîm'e hastır.
14- Acaba Adem oğullarının en
faziletlilerini arkasına alıp, Arz
üstünde durup, Allaha yönelmiş olarak el
kaldırıp dua eden şu insanların en şereflisi ve bütün zamanların benzersizi ve
kainatın övüncü ne istiyor? Bak dinle: ebedi saadet ve mutluluk istiyor,
beka(sonsuzluk) istiyor, lika(kavuşma,birliktelik) istiyor, Cennet istiyor. Hem
Allah’ın isimlerinin tecellisi olan varlıklar arasında hükümlerini ve
güzelliklerini gösteren bütün Allah’ın bütün kutsal isimleri ile beraber
istiyor. Hattâ eğer rahmet, inayet, hikmet, adalet gibi hesabsız o matlubun
gerekli bir takım sebepleri olmasa idi; şu zâtın tek duası, baharımızın icadı
kadar Allah’ın kudretine hafif gelen şu Cennet'in binasına sebebiyet verecekti.
Evet nasıl ki onun peygamberliği şu imtihan yurdunun açılmasına sebebiyet verdi.
Öyle de, onun kulluğu da öteki dünyanın açılmasına sebebdir. Acaba üstün akıl
sahibi kişilere ‘’İmkan dahilinde şu varlık aleminden daha üstünü, daha
mükemmeli yoktur(İmam ı Gazali)’’
dediren şu görünen büyük düzen ve intizam, şu rahmet içinde kusursuz
sanat ve misilsiz cemal-i rububiyet; hiç böyle bir çirkinliği, böyle bir
merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul eder mi ki: En küçük, en
ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip cevap versin, yerine getirsin
fakat en ehemmiyetli, en lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin,
anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ!. Yüzbin defa hâşâ! Böyle bir cemal, böyle
bir çirkinliği kabul etmez, çirkin olmaz.
15- : Şu kâinatın sahibİ ve tasarrufunu
elinde bulunduranı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her
tarafı görerek idare ediyor ve her şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her
şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faydaları irade ederek yönetiyor. Madem
yapan bilir; elbette bilen konuşur. Madem konuşacak, elbette şuurlu ve fikirli ve
konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak, elbette şuur sahib
varlıkların içinde en cem'iyetli ve şuuru küllî olan insan türü ile
konuşacaktır. Madem insan türü ile konuşacak, elbette insanlar içinde hitab
edilmeye layık ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve
istidadı en yüksek ve ahlâkı yüce ve insan türüne liderlik edebilecek olanlarla konuşacaktır; elbette dost ve
düşmanın fikir birliği ile, en yüksek istidadda ve en âlî ahlâkta ve insanların
büyük bir kısmı ona uymuş ve dünyanın
yarısı onun hükm-ü manevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun
ziyasıyla bin dört yüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı,
mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip, ona dua-yı rahmet ve
saadet edip, ona medh ve muhabbet etmiş
olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş ve Resul yapacak
ve yapmış ve sair insanoğluna rehber yapacak ve yapmıştır.
( Peygamberlik müessesi olmasa idi, Allah hiç peygamber
göndermemiş olsa idi, bu dünya şu misale benzeyecekti: Bir ressam var, çok yetenekli ve sanatı yoluyla bilinmek
istiyor. Bu istek ile bir sergi açıyor. Fakat bu sergide kendi vücuduyla
bulunmuyor. İnsanlar onu sanatı yoluyla tanısın istiyor. Buna rağmen hiçbir
resmin altına ne bir isim ne bir imza atıyor, ne de kim ve nasıl biri olduğunu
açıklayacak bir rehber tayin ediyor. Elbette bu sergi boşa gitmiş olacaktır.
Allah şöyle söylemiştir: ‘’Gizli bir hazineydim, bilinmeyi sevdim’’ (Bu söz kutsi hadis dir. Yani Allah’ın hz
peygambere ilham ettiği ama kuran ı kerime dahil etmediği şözlerden.)
(Sahabelerin, Kur'anın ve âyetlerin ezberlenmesinden sonra en
ziyade, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın fiillerinin ve sözlerinin
muhafazasına, özellikle hükümler ve mucizelere dair hallerinin muhafazasına
bütün kuvvetleriyle çalıştıklarını ve sıhhatlerine(doğru aktarılmalarına) pek
çok dikkat ettiklerini, Tarih ve Siyer şehadet ediyor. Resul-i Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâm'a ait en küçük bir hareketi, bir sîreti, bir hali ihmal
etmemişler. Ve etmediklerini ve kaydettiklerini, hadis kitapları şehadet
ediyor. Hem Asr-ı Saadette(hz peygamberin zamanı), mu'cizatı ve hükümlerle
ilgili hadisleri, kitabetle çoklar kaydedip yazdılar. Hususan Abadile-i
Seb'a(meşhur yedi adet Abdullah ismindeki sahabiye toplu olarak bu ad
verilmiştir), kitabetle kaydettiler. Hususan Tercüman-ül Kur'an olan Abdullah
İbn-i Abbas ve Abdullah İbn-i Amr İbn-il Âs, bahusus otuz-kırk sene sonra,
Tâbiînin(hz peygamberi görememiş ama sahabileri görmüş Müslümanlara tabiin denir)
binler muhakkikleri, hadisleri ve mucizeleri yazı ile kaydettiler. Daha ondan
sonra, başta dört imam-ı müçtehid ve binler muhakkik hadis alimleri
naklettiler; yazı ile muhafaza ettiler. Daha Hicretten ikiyüz sene sonra başta
Buharî, Müslim, Kütüb-ü Sitte-i Makbule(hadis kitapları) ezber kayıt ve koruma vazifesini omuzlarına
aldılar. İbn-i Cevzî gibi şiddetli binler münekkidler çıkıp; bazı mülhidlerin
veya fikirsiz veya hıfızsız veya nâdânların karıştırdıkları yanlış hadisleri ayırt ettiler, gösterdiler. Sonra
keşif ehlinin tasdikiyle; yetmiş defa Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm
temessül edip, yakaza(rüyada) halinde onun sohbetiyle müşerref olan
Celaleddin-i Süyutî gibi allâmeler ve muhakkikler, sahih hadislerin
elmaslarını, hz peygambere uydurulan sözlerden ayırt ettiler. İşte buna binaen;
"Bu zamana kadar uzun mesafeden gelen şu zamandan tâ o zamana kadar bu
hâdiseleri nasıl bileceğiz ki karışmamış ve safidir" hatıra gelmemelidir.)
Hz peygamber kendi döneminde, kuran ı kerimin
içine karışmaması için hadislerin yazıya dökülmesini yasaklamıştır. Bu sebeple
hadislerin doğruluğu ve sahihliği hakkında, kuran ı kerimde yapabildiğimiz
kadar rahat davranamıyoruz. Kuran
ayetleri geldiğinde hz peygamber mutlaka, sayıları bir çok olan vahiy
katiplerini çağırır ve gelen ayeti yazdırırdı. Ek olarak, hz peygamber de dahil
olmak üzere çok fazla sayıda Müslüman kuran ı kerimi ezbere biliyordu. Her yıl
ramazanda hz peygamber kuran ı kerimi sesli olarak baştan en son gelen ayete
kadar okurdu. Vefat edeceği yıl 2 kere okumuştur( hatta şu anda ramazanda
yapılan mukabele
Geleneği buradan gelir). Dahası kuran ı kerimin ne zaman
kitap haline getirlidiği ve ne zaman çoğaltıldığı bellidir( dört halife döneminde yani hz
peygamberin vefatından hemen sonra.Hatta Topkapı sarayında hz osman zamanında
kalma, sergilenen bir kuran ı kerim var) Bu kadar çok kişinin tarih boyunca
ezberlerinde ve kitaplar ile koruduğu bir metnin bozulmadığına şüphe
bırakmayacak seviyede inanmamızda bir sakınca yok. Aynı seviyede bir korunma
derecesini hadislerde görememekle birlikte, doğru olmayan hadislerin de
insanların dilinde eski zamanlardan beri dolanıyor olmasına rağmen, hadislerin bir kısmının doğruluğundan emin
olabiliyoruz. Hadislerin doğru aktarılabilmesi için sahabi ve tabiin nesli
‘’senet’’ sistemini geliştirmiştir. Senet sisteminde, hadisler aktarılır iken
mutlaka bunu kimden duyduğu belirtilir ve yazıya geçirilecek ise yazılırdı.
Zaman geçtikçe bu sistem hayati önem kazanmıştır. Çünkü zaman geçtikçe
hadislerin değiştirilme ve yalan hadislerin uydurulma riski artmıştır. Böyle
bir zamanda hadis alimleri, ucu hz peygambere uzanmayan hadisleri şüpheli kabul
etmişler ve bu şüpheli hadislere senedi çok uzun(yani rivayet edenlerin sayısı
çok fazla olan) hadisleri de eklemişlerdir.
Sahihliğinden emin olunan hadislerin toplanmasına ömrünü vakfetmiş olan
alimlerden en önemlileri İmam ı Buhari, Tırmizi gibi kişilerdir. İmam ı
Buhari’nin ‘’Sahih i Buhari’’ isimli hadis eseri en güvenilir eser kabul
edilmektedir. Çünkü çok küçük yaştan beri hadis ilmi üzerine çalışmış ve islam
memleketlerini gezip, bu konudaki eserleri inceleyip, senedleri en güvenilir
olanları kitabına almıştır. Bu kitap bugün herhangi bir kitapçıda bulunabilir.
İçindeki tüm hadislerin senedi hz peygambere dayanmaktadır. Hadis usulü ilimlerinin
sayısı hayli fazladır. Öyle ki hadislerin senedlerini, metnini, manalarının hz
peygamberin sünnetine uygunluğunu inceleyen ayrı ayrı ilim dalları vardır ki
hadisler doğrulukları konusunda bu alimlerin incelemelerine maruz kalmıştır.
İslamın, diğer dinlerin aksine peygamberinin zamanından beri bir ‘’devlet’’
haline gelmesi onun pek çok konuda ihtiyacı olduğu kurumları ve ekolleri
erkenden kurabilmesini sağlamıştır.)
: Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kendi kendine
güneş gibi bir bürhandır. Ve keza o zâtın (A.S.M.) dört yaşından kırk yaşına
kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve
bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o zâtın yaradılışında, tabiatında bir fenalık, bir
kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı; behemehal gençlik saikasıyla dışarıya
verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemal-i istikametle, metanetle,
iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret
eden bir halini görmemişlerdir. Ve keza yaş kırka baliğ olduğunda iyi olsun,
kötü olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun rüsuh peyda eder, meleke haline
gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu zâtın tam kırk yaşının başında iken yaptığı
o inkılab-ı azîmi, âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celb ve cezbettiren,
o zâtın (A.S.M.) evvel ve âhir herkesçe malûm olan sıdk u emaneti(doğru
sözlülüğü ve güvenilirliği) idi. Demek o zâtın (A.S.M.) sıdk u emaneti, dava-yı
nübüvvetine(peygamberlik davasına) en büyük bir bürhan(delil) olmuştur.
Yine âlemce malûmdur ki, devlet bir şahs-ı manevîdir. -Çocuk
gibi- doğması, büyümesi zaman ister. Ve keza yeni teşekkül eden bir devletin,
bir milletin ruhuna kadar nüfuz eden eski bir devlete galebe etmesi yine
tedricîdir(zaman ister), zamana mütevakkıftır. Acaba Muhammed-i Arabî
Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bütün büyük esasaları hâvi olan ve maddî manevî bütün
terakkiyat(ilerleme) ve medeniyet-i İslâmiyenin kapısını açan, kısa bir zamanda
aniden teşkil ettiği bir devletle, dünyanın bütün devletlerine galebe edip(boyun
eğdirip) maddî manevî hâkimiyetini muhafaza ve ibka ettiren, hârikulâdeliği
değil midir?
: Evet tehditlerle, korkularla, hilelerle fikirleri başka bir
mecraya çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri azdır, yüzyseldir, geçici olur.
Muhakeme-i akliyeyi az bir zaman için kapatabilir. Amma irşadıyla kalblerin
derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek,
istidadların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi(yüce ahalakı) tesis ve alçak
huyları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikatı
teşhir etmek, hürriyet-i kelâma serbestî vermek, ancak şua-i hakikattan
muktebes hârikulâde bir mu'cizedir.Evet asr-ı saadetten(hz peygamberin yaşadığı
zaman) evvelki zamanlarda kalb katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde baliğ
olmuştu ki, kocaya vermekten âr ederek kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi.
Asr-ı saadette İslâmiyet'in doğurduğu merhamet, şefkat, insaniyet sayesinde,
evvelce kızlarını gömerlerken müteessir olmayanlar, İslâmiyet dairesine
girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz oldular. Acaba böyle ruhî, kalbî,
vicdanî bir inkılab hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi?
Evet, görünüşte düşman görünen,islamiyet dairesine
girmeyen filozoflar bile bu hakikati
tasdik etmiştir. Amerikalı filozof
Carlyle, Alman Goethe’nin anlatmasıyla; Kuran’ın hakikatlerine dikkat ettikten
sonra ‘’Acaba İslamiyet ile medeniyet
aleminin olgunlaşıp kemale ermesi mümkün müdür?’’ Diye sormuş. Sonra kendi
sorusuna cevaben: ‘’Evet, muhakkikler( doğru ve yanlışı ayıran, hakikatleri
görenler) şimdi o daireden istifade ediyorlar. Kuran hakikatleri ortaya çıkığı
zaman ateş gibi tüm dinleri yuttu. Zaten bu onun hakkı idi. Çünkü Hristiyanlık
ve Yahudiliğin hurafelerinden hiçbir şey çıkmadı’’ demiştir
Bir de şunları belirtmek gerekir: hz muhammed, onu inkar
edenlere göre madem hakiki peygamber değildi. O zaman tüm bu peygamberlik
davasına niçin girdi? Soyunda,
atalarında bir kral yoktu ki saltanatını geri kazanmak istesin. Kendisi, bırak
saltanatı, çevresindeki insanlar onun etrafında pervane gibi dönerken; komşum
aç iken tok yatamam diyecek kadar cömertti. Buna rağmen mal mülk kazanmak için
mi girdi? Hiçbir erkek evladı bir iki
yaşından fazla yaşamadı ki evlatları için saltanat istesin. Yoksa kadın için mi girdi? Gençliğinin
baharında, 25 yaşında iken 40 yaşında bir hanımla evlenip neredeyse 30 yıl,
hanımının vefatına kadar başka bir kadınla evlenmeyen, erkekliğinin güçlü
çağlarını böyle geçiren biri mi bunun
için girdi? Üstelik hiçbir kimse
kadınlarla yatmak için ‘’din kurup’’, bunun uğrunda kılıç kalkanla savaşacak
kadar manyak olamaz, hz muhammed yeterince yakışıklıydı. Onun kazandığı tek
şeyi söyleyeyim: İnsanların kalbinde, diğerleri istedikleri kadar inkar edip
iftira etsinler, asla değişmeyecek olan baş köşeyi kazandı. Padişahlar her gün,
günde beş vakit onun için dua ettiler…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder